9 Temmuz 2014 Çarşamba

ÖYKÜ MİLİTANI

Dünya Öykü Günü fikir babası Özcan Karabulut, Türkiye ve Dünya'da öykünün durumunu anlattı. Karabulut, öykülerini yazmaktaki en büyük etkenin ilk cümlesi olduğunu vurguladı.

Öykünün sizdeki tanımı nedir?
Öykü ile ilgili tabi çok söylenecek şey var. Öykü yoğun bir anlatımdır denir, şu denir bu denir… Enteresandır ki genellikle roman ile karşılaştırılarak anlatılır. Mesela kortazanın bir karşılaştırması var. ‘‘Roman puan toplayarak kazandırıyor. Öykü nakavt ile kazanmak zorundadır.’’ Diyor. Şimdi tabi burada öykü nedir, başarı ilk cümleden itibaren hızla son cümleye koşar. Buradan hareketle şunu anlamaya çalışıyoruz. Öyküye uzun bir cümle diyebiliriz. Ama bu uzun cümlede tek bir noktayı, tek bir virgülü dahi gereksiz kullanmamak gerekir. Öylesine uzun bir cümle. Öyküyü bu şekilde düşündüğümüz zaman fazlalığı filan atarız. Öyküde düşündüğünüz bir şeyi çok açık dememelisiniz. Yani okur onu derinde bir yerde anlamalı. Çok kolay tüketebileceği bir metin çıkmaması lazım. İsterim ki yazdığım öykülerde okur öyküyü bitirdiği yerde tekrar başa dönsün.
Peki Öykü’de ilk cümle size nasıl geliyor. Yazar için bu çok önemli bir şey.
Önce öykü nereden nasıl çıkıyor diyelim. Şimdi daha önce söylediğim gibi çarpıcı bir olaydan öykü çıkacağına çok inanmam. Bu beni daha çok etkileyen bir temadır. Bir yüz, bir cümle, bir görüntü beni etkileyebilir. Benim öyküleri böyle bir yerden çıkar. Bu tanık olduğumuz, duyduğumuz, yada yaşadığımız olay kırıntıları, anlar öyküye girmez anlamında değildir. Gerektiği kadar yer alır. Sadece ona dayandıramazsın. Çünkü öykünün birsürü işlevi vardur. İlk cümle diyoruz. Bu ilk cümle bende ortada da olur, sonda da olur. Ben sondan başa doğruda öykü yazabilirim. Burada ilk cümle dediğiniz zaman ben öykünün ilk cümlesin olarak almam. Benim ilk cümlem bazı öykülerde o öykünün finalidir. Bazı öykülerde öykünün adıdır. Ayna yazıları diye bir şey var. Evlilik kurumuna eleştirel bakan bir öyküdür o. O öykü bir kızıldereli atasözü ile başlar. ‘’Sevdiğini özgür bırak gri dönerse senindir’’ diye. Aslında kuruma eleştirel bir bakış. Öykü bunu üzerine kurulur. Ondan sonrası yaşadıklarımız, sorguladıklarımız, tanıklıklarımız ve hayallerimiz. Yani pek çok şeyin ürünüdür yazdıklarımız. Tek bir şeyin ürünü olamaz.

Öykülerinizden birinde, ‘’Yazmak hayatın alevli eteklerine tutulmak mı, geçiş mi, oyun mu?’’ diyordu. Gerçekten hayatın alevli eteklerine tutulmak mıdır yazmak?
Hem alevli eteklerine tutunmak, hem başka bir sürü şey. Öykü anlatıcısının da öykünün karakterinde olduğunu sayarsak bu ve buna benzer şeyleri söyleyebiliriz. Niçin yazıyoruz sorusunu incelemeye kadar gider sizin sorunuz. Yazar sayısı kadar yazma sebebi var. Sait Faik gibi, Sabahattin Ali gibi yazarsak kendi ölümümüzü hazırlarız. Biz onlar gibi yazacaksak neden yazıyoruz ki. Onlar yazmış zaten. Yazmanın öyle bir şeyi vardır ki, Felsefeci Ahmet İnan’ın söylediği gibi ne yazarsak karşımıza gelir. Yazma bir eylem biçimidir, bir uğraştır, bir cesaret işidir. Bizim öyküye yeni başlayanlar için söyleyebileceğimiz çok şey olur ama şunu söyleyelim. Yazmalarından çok okusunlar. Herkes okumalı ama yazarların çok daha fazla okuması lazım. Yazma uğraşının yerinde okuma alışkanlığı edinilmeli. Tabii ki okuyacaklar ve yaşayacaklar. Yaşarken çarpıcı olaylar yaşayacaklar bunların öykü ve roman olacağını sanacaklar. Ama yazdıkça bunun öyle olmadığını görecekler. İsteseler de yaşadıklarını yazamadıklarını görecekler. Bunlar başka türlü şeyler. Yazdıkça bunu görecekler. Dilin gerektirdiği şeyleri öğrenecekler. Sonuçta Tomris Uyar’ın dediği gibi yaşamdaki gibiyi yazmaya çalışacaklar. Biz öyküyü okudukça karşılığında nasıl bir şey çıktığını göreceğiz. Görecekleri bir şey daha var başkalarının yazdıklarını asla beğenmeyecekler. Kendi yazdıklarını da beğenmemeliler. Kendi çıtalarını yüksek tutmaları gerekiyor. Bunu bir anda da elde edemezler. Bu okudukça olacak. Karşılaştırarak olacak. Kendilerine her zaman eleştirel sorgulayıcı bakmaları gerekiyor. Ama öncelikle iyi bir okur olmak gerekiyor.

Özcan Karabulut yazarken nasıl bir hale bürünüyor?
Ben en son bir roman yazdım. O roman pratiğini hatırlıyorum da çok çileli bir işti. Ben yıllarca öykü yazdım. Öykü benim hayat tarzıma uygun. Hep yollarda hareket halinde yazdım. Bir hızın, parçalanmışlığın içinde yazdım. Öyküler 30-40 sayfadan alınmış notlardan ortaya çıkıyordu.  Roman tabi çok daha farklı bir şey gerektiriyordu. Bir kere roman ile birlikte notebook dene aleti kullanmaya başladım. Ben daktilo bile kullanmadım. Daktilo olmadan Bilgisayara geçenlerdenim. Ben renkli kalemlerle notlar alarak öyküler yazıyordum. Romanda öyle değil. Romanda farklı bir yapı farklı bir format var. Mesela Ankara’da evimdeysem neler değişti. Kütüphanemden önce şiirler kovuldu, öykü kitapları kovuldu filan filan. ‘Amida eğer sana gelemezsem’ romanı bir şehir romanı. Bu romanın bir bölümü Diyarbakır üzerine geçiyor. Bir diğer kısmı da dünya romanları. Ben Amida’yı yazdığım dönemde bütün dünya romanlarını biliyordum. Yazdım oldu diyemezsiniz. Çıtayı yukarda tutmanız gerekiyor. Roman öyküye göre bencil bir tür. Dizinizi kırıp oturmanız gerekiyor. Biz çocukluğumuzda şu yazar bodruma yeni romanını yazmaya gitti dendiği zaman gülüyorduk. Bunun bizde tabii ki çok karşılığı yoktu. Romanda nereye giderse gitsin oturması gerekiyor. Hareket halindeyseniz kopmamanız gerekiyor. 1 hafta yazmadıysanız yazdıklarınızı hatırlama konusunda zorluk çekiyorsunuz. Romanın böyle bir şeyi var. Daha sonra zevkli bir yanı var ama. Öykü ise daha farklı. Ben kendi yazdığım öykünün melez olduğunu düşünüyorum. Ama bu melezlik dediğim gibi şiire, denemeye, oyuna yakın bir melezlik. Daha doğrusu bu türler birbirlerinden etkileniyorlar etkileşim içerisindeler. Roman öyküye göre çok uzak bir tür. Birçoğunun düşündüğü gibi öykü romana bir geçiş sürecidir. Ama bu soru nedeni ile ben bir iki şey daha söylemek isterim. Ben Türkiye’de Öykü’nün militanı olarak tanınıyorum, öykü ile ilgili her şeyin altından çıkıyoruz çünkü. Eğer roman dayatmasaydı roman yazmazdım ben. Çünkü, roman 2000’li yıllardan itibaren revaçta bir tür. Hemen herkes roman yazıyor. Şairler, gazeteciler roman yazıyor. Aşk romanı da tarihi roman da yazılıyor. Yayınevleri de ticari kuruluşlar olduğu için romanı çok önemsiyor. Türkiye’de ve Dünya’da 1. Tür diyebiliriz romana. Özellikle yayınevlerinin ticari kuruluşlar olması açısından. Türkiye’de de böyle oldu. Ben çocuk işçiliği projeleri ile ilgili Diyarbakır’a gitmiştim. Şehir beni çok etkiledi. Tanık olduğum 3, 5 şey. Ben Diyarbakır’dan 1-2 hikaye ile dönerim sanıyordum. Bununla ilgili bir Hikâyede yazdım. Ben birkaç öykü yazarak diyarbakınr’dan, orada beni etkileyen temalardan kurtulamayacağımı gördüm. Bu roman bu koşullarda çıktı. Roman yazmış olmak için yazmadım. Roman dayattığı için yazdım.  Çünkü roman öyküye en uzak tür. Burayı biraz daha açalım. Roman öyküden farklı olarak çok şey istiyor.
Bir defa roman küçük hikayeler istiyor. Kırıntı hikayeler. Birden fazla karakter istiyor. Kurgusu çok farklı olduğu için iyi bir matematik istiyor. Şiir, metafizik istiyor. Mesela romanda bir Hasankeyf sahnesi vardır orada wolterincümlesini  hatırlar. Wolter ‘’iki kez doğmaz bir kez doğmak değildir’’ der. Karakter orada bu sahneyi daha önce yaşıyor gibi olmuş duygusuna katılır. Bunu biraz metafiziğe kaydırabiliriz. Roman öyle bir şey ki bütün yaratıcılığın arasında kıskanılan bir tür gibi geliyor bana. Roman yazarını bütün yaratıcıların seviyesine çıkaran bir tür. Öyküye haksızlık etmeyelim ama.

Ben cevabımı aldım hocam. İlk cümle ortada da olabilir, başta da, sonda da. Yani ilk cümle öykünün giriş cümlesi değil yazarın öyküyü yazmaya başladığı cümle.
Bu benim öykücülüğümde öyle. Ben sondan başa doğruda yazarım. Bazen öykünün adı gelir. İlk cümlenin nereden nasıl geleceği belli olmaz. Yani onu sen belirlersin.

İlk cümleyi tetikleyen nedir?
O seni çarpan şey, bir temadır. O yazar için geçerlidir. İlk cümleyi yazarım, bazen bir öykünün adına takabil eder bazen ortada, bazen sonra bir cümle olur. Ben bilirim ki bu cümle üzerine uzun bir cümle kuracağım ve öykü çıkacak ortaya.

Genç yazarlara ışık tutması açısından devam ediyoruz. Öykü ile insanlar kendi siyasi fikirlerini yada hangi ideolojisi varsa onu öyküyü kullanarak metin haline getiriyorlar. ‘’Ben sağa öykü yazıyorum, ben sola öykü yazıyorum’’ gibi şeyler söylüyorlar. Öykü ile politikayı bir tutan insanlar için ne düşüyorsunuz?
Şöyle söyleyelim, edebiyatın sağı solu yoktur. Edebiyatçının sağı, solu vardır. Bu ikisi ayrı şeyler. Bir edebiyatçı olarak partili olabiliriz, legal, illegal örgütlerden de gelebiliriz. Biz böyle bir şeye bağlanabiliriz ama edebiyatımız bağlanamaz. Bunu şöyle söylemek isterim. Edebiyat insanın ve hayatın tirajını anlatır. Bence insanın kendisiyle, hayatla bir derdi yoksa yazmaz. Sizin başta kendiniz olmak üzere hayatla, insanla, toplumla, iktidarla her şeyle bir sorunu yoksa yazmasınız. Bir şairin dizesinde şöyle der: ‘’Bir insanın kendisi ile cesedi arasında bir mesele var.’’ Bundan daha büyük bir mesele olabilir mi? Şimdi siz bunu sağa, sola hangi tarafa koyacaksınız?
Birisi ile cesedi arasındaki mesele insanın meselesidir. Bu yüzden insanın hayatı ile trajedisini yazarız, aşkı, ölümü, yalnızlığı, hüznü yazarız. Aslında insana dair temel gerçeklikler değişmez. Dolayısıyla insanın trajedisini yazıyorsak bunu edebiyat yapan budur. Edebiyat böyle bir şeyin içinden çıkar. Ama ben bir yazarın partili bile olsa başta kendi partisi olmak üzere hemen her görüşe eleştirel bakması gerekir. Yazar hiçbir görüşe angaje olmaz. Günlük hayatında partili olsa bile edebiyatına bunu yansıtmaz. Edebiyat mesaj taşımaz. Edebiyat neyi gerektiriyorsa o kadar mesaj gönderebilir. Bu açıkça olmaz. Ama şu söylenebilir. Biz hayatta her şeye ideolojik bakmalıyız, yemenin, içmenin, oturmanın, konuşmanın her şeyin bir ideolojisi vardır. Elbette bizim yazdıklarımızda ideolojik olarak yazılırlar eninde sonunda ideolojik olarak okunurlar. Dolayısıyla okurun çabasıyla yeniden metin üretilir ve ideolojik olarak bir yere konulur. Yine bir insanın trajedisi vardır. Orada ne söyleniyorsa orada öyle bir yerden okur bir şey çıkarabilir. Biz yazdıklarımızla imkansız bir şey isteriz. Hayat bizim beğenmediğimiz bir şeydir aslında. Tuzaklarını bildiğimiz bir hayattır. Ve suları tersine akıtmaya çalışırız. Benim bildiğim has edebiyatçılar suları tersine akıtmaya çalışanlardır. Dolayısıyla o siyasetin tuzağına düşmemeleri gerekir. İdeolojik olarak metinler var olur, alımlanır, çözümlenir bu böyle bilinmeli. Kolayca bir partiye yazar indirgenemez. Yazar günlük hayatında elbette ki partili veya herhangi bir görüşten olabilir. Burada herhangi bir sıkıntı yoktur. Yeter ki edebiyatın gerektirdiklerine dikkat etsin. Yazdıklarımız burada yanlış anlaşılmasın ben yazdıklarımda suya sabuna dokunan bir yazarım. Suya sabuna da suları tersine akıtmak için dokunmalıyız. Çok geniş bir coğrafyada sömürge, zulüm vardır. Bunların hepsi bizim ilgi alanımızdadır. Ben buradan görev çıkarmıyorum. Bizi etkilediği ölçüde bu daha doğrudur. Edebiyat bir rahatsızlık durumunda çıkar. Biz dünyayla barışık olursam bir sanat edebiyat doğmaz zaten. O zaman biz kendimiz öykülerimizi şiirlerimizi yazarız bizi rahatsız eden şeyi yazmak için kamçılayan şeydir. Biz şunu söylemiş oluruz aslında, ‘’bu böyle olmamalıydı.’’ Ya da bizim istediğimiz başka bir şey gibi. Okuduğumuzda böyle bir şey çıkarır. Mesela yalnızlık… Özcan Karabulut böyle anlatır, bir başka yazar başka türlü anlatır. Bu böyledir. Kendi düşüncelerimiz, fikirlerimiz ile edebiyatın gerektirdiği bir metin çıkar ortaya. Kısa sorunun uzun cevabı bu oldu. Her cümle burada uzun uzun konuşulabilir tabi.

Dünyanın Öyküsü Dergisi Genel Yayın Yönetmenisiniz Türkiye’den olduğu gibi dünyadan da birçok öykü geliyor size. Genç kalemlerin, öyküye yeni başlayanların size gönderdiği öykülerini okuyorsunuz mutlaka. Bunlara bakarak nasıl bir öykü geleceği düşünüyorsunuz?
Dünyanın Öyküsü benim 3. Dergim. 2002 yılından beri dünya öykü gününü kutluyoruz. Bu günü dünya kabul etti. Demek ki ben yıllardır Öykü’nün içerisindeyim. Şehirlerde yaşayan öykücüleri tanıyorum. Pek çok yerde atölye yaptık. Sadece Dünyanın Öyküsü deneyiminden ve 2012 yılından hareket etsek bile aslında bu bir yılda bile öyküde bir hareketliliğin olduğunu saptıyorum. Çok farklı, çeşitli öykülerin yazıldığını görüyoruz. Yani bir damarda iki kanalda öykücüler çok farklı öyküler yazıyorlar. Bunda bizi ve bizden önceki kuşağın da farkı var. Zengin bir öykücülüğümüzün olduğunu söyleyebiliriz. Biz 79 kuşağıyız ama, edebiyatta 80 kuşağı, 90 kuşağı diyen var. Bizde de çok farklı öyküler yazanlar oldu. Bizim ardımızdan gelen kuşaklara baktığımız zaman onların da çok farklı şeyler yazdığını görüyoruz. Bu farklı öykülerin yazılmasının bir nedeni de artık biz dünya edebiyatını yakından izleyebiliyoruz. Ülke öykücülerini çok iyi tanıyoruz. Mesela 1990’lerın ikinci yarısından 2012’ye kadar 10’dan fazla dergi çıktı. Yani biz artık Azeri öykücülerini de biliyoruz, Arap öykücülerini de. Dolayısıyla gençler yeni yazarlar diğer ülkelerde yazılanları görebiliyor ve takip edebiliyor. Bunun da bizim öykücülüğümüzü beslediğimizi düşünüyorum. Gogol’un paltosundan çıkanlar sadece Rus edebiyatçılar değil. Bunu çok samimi söylüyorum. Eğer kortozan’ın bir öyküsü varsa ve biz onu okuduysak eskiden değilizdir. O yüzde bizim için tek bir öykü bile çok önemlidir. Öykücü kesimi böyle düşünüyor ve bunun biz öykü edebiyatımıza yansımalarını da görüyoruz. Kolayca artık saik faik gibi yazıyoruz, Orhan Kemal gibi yazıyoruz diyemeyiz. Bu öyküleri biz eleştiremeyiz. Biz bunu yeterince karşılıyor mu, değerlendiriyor muyuz dersek çok rahatlıkla evet diyemeyeceğim.

Yani öykü geleceğimizi iyi görüyorsunuz? Gençler canavar gibi yazıyorlar yani.
Tabi tabi biz dergileri ile günleri ile Sait Faiki ile zaten zengin bir öykücülüğe sahibiz. Bu vardı zaten.  Bizim öykücülüğümüzden,  bizim kuşaktan ve bizden sonraki kuşaktan bu öyküler farklı öyküler denmeli zaten. Ama dergiler de mesela öykü edebiyatı ortamını çok besledi. İnsanlar artık her bölgeden her ilden öykülerini yolluyorlar. Öykü dergilerinin zaten çıkışı bu, öykücüler adeta dergileri dürttü. Öykü dergilerini dürten öykücüler oldu. Ben öyle düşünüyorum. Tabi Türkiye’den her 3 kişiden 5 kişi şair. Herkes şiir yazardı. Öykünün bu kadar tutulması konusunun şiirle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. 1980 öncesi şiir sanki yarın ertesi gün devrim yapılacakmış gibi yazılıyordu. Dolayısıyla insanın insani yanlarını anlatmıyordu. Devrimci şiir insanı bir yerde ihmal ediyordu. Bu olmaz değil olur ama ne dedik en başlarda. Edebiyat bizi, insanı anlatıyor. Mesela Ahmet Erhan’ın bir dizesi ‘’bugün de ölmedim anne.’’ Bu dizenin 1980 öncesinde bir karşılığı var. Bu taraftan öykü belki şiire tepki olarak yazılmıştır. Diğer taraftan romanda kendimizi daha iyi ifade ediyoruzdur. Daha bir birey olduğumuzu fark ediyoruzdur. Özellikle 12 Eylül Türkiye için bir dönüm noktasıdır. Tür olarak belki şiire göre kendimizi daha iyi ifade ediyoruzdur. Belki buradan hareketle şunu da söyleyebiliriz. İnsanın anlatacak bir hikâyesi var. Öykü böyle bir yerden çıkıyor. Bunun için insanlar daha çok öykü yazdılar.

Öykücünün yaşadığı coğrafyaya göre duyarlılık farklılıkları gözlenir mi?
Tabi bizim yaşadığımız coğrafya, bizim bakış açımızı etkileyebilir. Ama tabi bu Edebiyatı sadece coğrafyaya indirgememek gerekir. Günümüz internet ortamında, herkesin her şeye anında ulaşabildiği bir ortamda coğrafyayı bir dezavantaj olarak görememek gerekir. Coğrafya olsa olsa bize farklı bir kültürel alt kimlik verebilir. Belki acıya trajediye biraz daha farklı bir bakış acısı verebilir. Mesela bir Diyarbakır’da ki öykücü insanın trajedisini farklı görebilir. Burada bakış açısı önemlidir. Dolayısıyla o coğrafya ona bir renk ve yenilik katabilir. Çok daha yukarıdan bir yerden baktığınız zaman o yazarın bakış açısı ve gerçekleştirdiği tamalar budur. Başında ve sonunda önemli olan budur. Nerede nasıl yazarsak yazalım sonuçta kendi kendimizle ve kendi bakış açımızla yazacağız. Bir edebiyatçıyı coğrafya değiştirmiyor. Aşk, yalnızlık veya başka bir şey değişmiyor. Sadece olaya bakış açısı değişiyor.

Coğrafya kelimesi yerine taşrayı koyarsak?
Şimdi Coğrafya benim için daha başka anlamda. Hele şimdi Türkiye’de coğrafya dediğiniz zaman ben onu oturtabiliyorum. Güneydoğu dediğiniz zaman trajedi karşılığını buluyor. Taşra sorusu beni başka bir yere götürür. Ama coğrafya olayı da var. Türkiye’de İstanbul’a göre her yer taşra. İşin kötüsü bu şehirlerde yaşayan edebiyatçılarımız da taşralı olduklarını kabul ederler. Ben şöyle bakıyorum. Taşra olsa olsa bizim kafamızda. O yüzden aynı şeyi başka bir şey için söyleyeceğim. Edebiyat coğrafyaya indirgenemez. Bunun anlamı şu İstanbul dışındaki her yer taşra ise o zaman edebiyat sadece İstanbul’da yapılıyor. Zamanında bir öykücüyü yazmak için İstanbul’a çağırmışlar. Senin ankara’da ne işin var demişler. Bunu tabi Fethi Naci yapmış. Şimdi dergiler burada çıkıyor, yayınevleri burada, edebiyatçılar burada. Bazılarımız başka yerlerde olacak. Herkes oturacak kendi işini üretecek. Bu internet çağında kitabın her yere ulaştığı zamanda taşra insanın kafasında.

Anadolu’daki öykücülerin öykü konuşacak ortam bulma sıkıntısı yaşıyor. Sanal ortam olmasa öykü konuşulamayacak diyebilirim. Dergiler bu konudaki açlığı giderebilir mi? Taşra dergileri bir çeşit yalnızlığın içinde mi?
Sondan başlayacak olursak. İnternet çağında dergilerin, edebiyatçıların yalnızlığından pek söz edemeyiz gibi geliyor bana. Hemen herkese ulaşabiliriz. Aslında bizim karşımızda tek bir İstanbul yok. Belki 100 belki 1000 İstanbul var. Parçalı bir İstanbul var. Bunu edebiyat dünyası için de diyorum. Dolayısıyla bu parçalanmaları göz önüne aldığımız zaman karşımıza küçük küçük Kayseriler, Adanalar çıkıyor. Burada bir araya gelenler iyi edebiyatın temelinde dergilerini çıkarabiliyorlar. Tamam, sermaye dergileri var, kurumlaşmış dergiler var, başka dergiler var ama örneğin Ankara’da imge dergisini çıkabileceğini gördük.  Mustafa Bayer Sivas’ta adı öykü olan dergiyi yıllarca çıkartmış bu günümüzde de mümkün. Tabi bu önce Kayseri’ye dayanacak ama kendi İstanbul’unu, kendi yazarlarını bulacak. Kaliteli edebiyattan da ödün vermemek kaydıyla. Asıl olan bu. Bu soruya çok daha geniş cevaplar da verebiliriz.

Genç öykücüler öykü adına neleri yapsınlar, nelerden kaçınsınlar?
Öykü kurdu olmaları gerekir. Tek bir öykü peşinde koşacaklar. Biz konuşmalarda en çok beğendiğiniz 5 öykü diyoruz. Öykücüler demiyoruz. Beğendiğiniz 5 öykücü desek birsürü isim çıkar. Biz öyle adı duyulmamış genç, usta öykücülerin yazdığı öyle öyküleri vardır ki onların izini süreceğiz. Tek bir öykünün izini sürüp o öyküyü kıskanacağız. Bundan daha iyisini yapmaya çalışacağız. Benim genç öykücülere başında sonunda söyleyeceklerim budur. Elbette ki klasikleri okuyacaklar, bilecekler. Bu günlük hayatımız için de geçerli. Başkasını tanımadan kendimizi tanıyamayız. Başkasını tanımanın yolu, başkasını tanımaktan geçer. Farkımızı ancak öyle anlarız. Yani Sabahattin Ali’nin ne yazdığını bilmezsek kendimizi ne yazdığımızı hiç bilmeyiz. Kolayca beğeniriz ama Dergileri ’de izleyecekler. Dergiler edebiyatın okulu bir yerde. Bizlerin artan sayıda dergilerimiz dünya edebiyatının en yeni örneklerini veriyor. Gelecek olursa dergileri de okuyacaklar. Mesela Dünyanın Öyküsü ’nün yeni sayısında hiç adı sanı duyulmamış dillerden çevrelerden öyküler okuyacaklar. Buralarda da öyküler var bunu da görecekler.

Peki, o öykücülere nasıl ulaşıyorsunuz?
Türkiye’de biz hareketimizde şunu da yapmaya çalışıyoruz. Her çevre edebiyatın kendisinden sorulduğunu bize gösteriyor. Hayır, burada üniversitede nasıl buluşma olduysa bizim üniversitede edebiyatımızı da bilen Türkiye’nin öykücülüğünü de bilen kişilerle ilişkiye geçmemiz lazım. Örneğin alt tarafta bir fakülte var. Dünyanın bütün dillerinden kürsüler var. Japon dili edebiyatı da var, Rus dili edebiyatı da. Bizim bunlarla yakınlaşmamız lazım.

Bir genç yazar öykülerini toparladığını düşünüyor ve ilk kitap heyecanına kapılıyor. İlk öykü kitabına hazırlananlar için neler söylersiniz?
Buna cevabım çok kısa olacak. Bu kısa cevaptan herkes alacağını alsın. Hayatımız ne kadar hızlıysa, Edebiyat sessizlik ve yavaşlık ister. Acele etmeyeceğiz. Kozamızı öreceğiz. Okuyacağız, düşüneceğiz. Bunun üzerine 1 saat konuşabiliriz ama bu cevap bence yeterli.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder