19 Şubat 2014 Çarşamba

“EDEBİYATTAKİ YENİ DİL GEZİ’DEN ÇIKTI”

Öykü eleştirmeni Ayşegül Tözeren, Türk Edebiyatının doğuşu ve gelişimini değerlendirdi.
Tözeren’in, Edebiyatımızda gezi olayları sonrası oluşan yeni dile ilişkin çıkarımı şöyle oldu: “Bu dili yaratan kadın ve LGBT bireylerdir. Gezi olaylarında da gördük ki bir yenileşme hareketi olacaksa bu kadınlardan ve LGBT bireylerden gelecektir.”
Bir doktor olarak edebiyat ile iç içesiniz ve öykü eleştirmenliği yapıyorsunuz. Bu iki iş arasında gidip gelmek zor oluyordur. Siz bu durumda kendinizi nasıl anlatıyorsunuz?
Dışarıdan bakan birisi benim yaşamıma baktığında iki şeye dikkat edecektir. Birisi doktor oluşum. Ben halk sağlığıyla ilgileniyorum. İstanbul Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Bölümü doktoramı bitiriyordum. Yaşamım 2 ana eksenden oluşuyor ama aslında bu iki ana eksen birbirine yakın. Bir diğer eksen ise; edebiyatın eleştiri türü. Bu iki ana eksen toplumu ilgilendirdiği için galiba kendimi anlatamıyorum. Eleştiri de hekimlikte özveri işi. Başkasının yazdığı bir yazı ile ilgili yazmak kolay değildir. Dolayısıyla bu iki iş de toplumu ilgilendiriyor. Bu benim siyasi görüşümü de belirliyor.

Eleştirinin hep cansız olduğu söylenir. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Eleştirinin de sadece cansız bir olgudan oluştuğuna inanmıyorum. Metin canlıdır, metni yaşatan sözcükler, harfler değil, toplumun kendisidir. Bundan dolayı toplum ve toplum sağlığına ilgi duyuyorum.

Peki, tıp okudunuz, bir hekimsiniz. Bu kadar teknik işin arasında edebiyata ilginiz nasıl oluştu?
Ben lise yıllarımda okul dergisi çıkarırdım. Onun öncesinde de hep büyük hayallerimiz olurdu bizim. Tabi o yaşlar için büyük hayaller geçerli oluyor ama büyük yaşlara gelince küçük şeylerin daha değerli olduğunu görüyorsunuz. Matbaanın bir kokusu vardır. Bir dergi çıkardığınız zaman o matbaaya girer ve tüm işlemleri görürsünüz. O matbaaya girdikten sonra edebiyat ve edebiyat ürünü yayınlamak insan için bir aşka dönüşüyor. Bundan dolayı lise yıllarından beri yazılar yazar çalışmalar yapardım.

“TIP FAKÜLTESİNDE MİKROBİYOLOJİ VE ANATOMİ DERSLERİNDEBEN HEP SIRA ALTINDA BİR SOSYOLOJİ KİTABI OKUYORDUM”
O zamanlardan bir hikâyeniz var mı?
Lise yıllarımda birkaç öykü yazıştım. Daha sonra uzaklaştım. Tıp okuduğum zaman toplumsal ve sosyolojik olgularla ilgilendim. Aslında ilgimi çeken yeni muhalefet biçimleriydi. Kadının feminizm üzerinden muhalefet etmesi gibi şeyler benim hep ilgimi çekti. Tıp Fakültesinde Mikrobiyoloji ve Anatomi derslerinde ben hep sıra altında bir sosyoloji kitabı okuyordum.
Üniversitede de lisede olduğu gibi bir çalışma yaptınız mı?
Üniversitede edebiyatla ilgilenen arkadaşlarla tanıştım ve fanzin çıkarmaya başladık. Türkiye’de şiir önemli bir gelenek taşır, biz görsel şiir adı altında çalışmalar yaptık. 19-20 yaşında büyük bir geleneği olan şiir varken, görsel şiiri ortaya atmak büyük bir cesaretti. Bu iyide oldu.

“BEN EDEBİYATA KARİYERİMİ YAKARAK BAŞLADIM”

O zamanlarda görsel şiirde eleştirebilecek kimseyi bulabildiniz mi?
Bundan bahsedecektim. Biz görsel şiiri ortaya attık ama eleştirecek kimseyi bulamadık. Bu sefer iş başa düştü. Kendimiz yazıp kendimiz eleştirmek zorunda kaldık. Bu daha sonra şiir eleştirisine de dönüştü. Ben edebiyata kariyerimi yakarak başladım. Ve kariyerist insanların iyi yazar olacaklarına inanmıyorum.
Öykü yazmayıp, eleştirisini yazmak nasıl oluyor?
Ben deneysel edebiyatla ilgiliyken makaleler yazıyordum. Bu makaleler Türkiye ve Amerika’da yayımlanıyordu. Ben bunları yazarken Özcan Karabulut bir şekilde beni buldu. Deneysel edebiyat ile ilgili eleştirel yazıları Dünyanın Öyküsü Dergisi’nde yazmamı istedi. Birçok şey kendiliğinden gelişti ve ben öykü ile ilgili eleştiri konusunda bir boşluk olduğunu gördüm. Bu şekilde öykü ile ilgilendim ve eleştirecek düzeye gelmek için çok çalıştım.

Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği ve 14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisinden de bahseder misiniz?
Dünyanın Öyküsü Dergisi’nde yazmaya başladıktan sonra aslında öykü eleştirisi de yaparken yine Özcan Karabulut ve arkadaşları ile etkileşim halindeyken eleştiri bağlamında şunu fark ettim. Öykü demek bir odada yazı yazmak değildir. İnsanlarla etkileşim halinde olmak gerekir. Özcan Karabulut’un da örgütlenmeci yapısı ve tecrübeleri olunca bir dernek kurma fikri ortaya çıktı. Bu dernek Yazarlar Birliği gibi olmayacak kültür yayıncılığı yapacak denildi. Daha sonra bu dernek kuruldu. Son etkinliğimizde cezaevinde bulunan siyasi 
tutuklulara öykü kitapları gönderdik.

“MİKROBİYOLOJİ ÇALIŞIR GİBİ ÖYKÜ ÇALIŞTIM”

Öykü ve edebiyata hekimlikten vakit ayırmak zor oluyor mu?
Ben sabah geliyorum hastanedeki işlerimi yapıyorum, bu arada ya bir şey yapıyorum ya da bir şey okuyorum. Ben öğle arasını çok az yaparım. Öğle aralarımın geneli edebiyatla ilgilenmekle geçer. Akşam eve geldiğimde mesleğim benim için biter, edebiyat başlar. Edebiyat ile edebiyatla uğraşan insanlardan daha çok ilgilendiğimi düşünüyorum. Birde şöyle bir şey var, tıp edebiyatı benim için kolaylaştırdı. Çok zor bir eğitim aldık ve çok okumaya alıştık. Bundan dolayı nasıl mikrobiyoloji çalışıyorsam, öyle öykü çalıştım.
Edebiyatın bir getirisi kalmadığı için sadece bu işle ilgilenmediğiniz aşikâr. Peki, edebiyat kazandırsaydı, para kazanmak adına yapar mıydınız?
İnsanların bir takım ihtiyaçları vardır bundan dolayı çalışırlar. Ben edebiyata maddi beklenti içerisinde bakarsam o konuda yanlışa düşeceğimi düşünüyorum. O yüzden edebiyat için zamanda kaybederim, parada kaybederim. Bunun yanı sıra ben hekimliği gerçekten seviyorum. Bazen insanlar iki şeye aşık olabilir ya bende öyle iki şeye birden aşığım.
Edebiyattan para kazanan insanları yani bu işi para kazanmak için yapanları bir eleştirmen olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir arkadaşım ile konuşmamızdan örnek vereceğim. Bana bir gün ‘7 gün boyunca kitap yazanlar için panel yapılsa’ demişti, bende bir günde 5.5 gün nefes almadan çalışan eleştirmek için panel yapılsa yanıtını verdim. Onların hayatları bana çok uzak. Hiçbir şey ile uğraşmadan sadece edebiyat ile uğraşmak. Eğer sorun çok satan olmaksa orada sıkıntı vardır. Çok satan nitelikli yazıyorsa sorun yok. Ama çok satan niteliksiz yazıyorsa o eleştirilir.

Türkiye’de çok satmak için çok nitelikli olmak gerekiyor mu?
Ben bu konuda herkes gibi düşünmüyorum. Çok satan niteliksiz olur anlayışına inanmıyorum. Çok satan çok nitelikli de olabilir ama bu zordur. Çok satan nitelikli olur demek de doğru olmaz. Nitelikli ürünü halk anlamaz anlamı da çıkıyor buradan, bu hiç öyle değildir halk nitelikli ürünü de niteliksiz de değildir.Halk nitelikli ürünü de anlar:

Kayseri’ye daha önce gelmemiştiniz. Dünya Öykü Günü’nde konuk yazar oldunuz. Burası ile ilgili çıkarımınız nedir?
Kayseri gelişmiş bir Anadolu şehri. Üniversite’den dolayı bir potansiyel olduğu kanısındayım.

Peki öykü bağlamında?
Latife Tekin diyorum. Gerçekten çok büyük bir yazar çıkardı burası. Türk edebiyatında yeni bir dil yaratabilmiş birisi, büyük bir değer.
Latife tekin ve yeni bir dil demişken feminizm ve kadın hareketlerine olan ilginizi es geçmeyeceğim. Bu çalışmalar ve gezi olayları sırasında çıkan yeni bir dil var. Bu konulardaki çıkarımınız nedir?
Latife Tekin’i ben çok önemsiyorum.. Son dönemde de gezi ile oluşan yeni bir dilin varlığından bahsetmemiz doğru olacaktır. Duvar yazıları ve pankartlar bunun bir örneği. Bu dili yaratan da açıkça söyleyebiliriz; kadın ve eşcinsellerdir.Bir yenileşme hareketi olacaksa bu kadınlardan ve LGBT bireylerden gelecek. Bu toplumda da, edebiyatta da böyle. Bana göre ‘Yasak ne ayol!’ lafı çok önemli bir eleştiri ve itiraz barındırıyor. Bunlardan dolayı bizim kadınların ve LGBT bireylerin yazdıklarına iki kat önem vermemiz lazım.

Gezi bu yeni dilin kıvılcımı oldu denilebilir mi?
Bu tam olarak böyle oldu. Yeni dil oluşurken eskiye dönüş oldu. Yeni dil oluşurken gezi olayları gerçekleşti. Gezi’nin şu önemi oldu. Biz değişik dil ile çıkardığımız fanzinlerin hiç okunmadığını değişik dil ile çekilen kısa filmlerin hiç izlenmediğini sanıyorduk. Gezi’de okunduğunu gördük. Duvar yazılarında 1980’in duvar yazılarını değil 1950’nin yazılarını gördük. Geçmişten güç alarak yeni bir dil oluşuyor.

Son olarak neler söylemek isterisiniz?


Kayseri’ye gelmek benim için mutluluk verici. Öykü dostlarıma ve beni misafir eden Deniz Dengiz Şimşek, Alptuğ Topaktaş, Duygu Oylubaş’a ayrıca teşekkürlerim sunuyorum.



2 yorum:

  1. turkiye'deki hikaye gelenegi devam ediyor! kendini itmeyi basariyor nedense. kendi kendine yetiyor da. turkiye hikayeleri, konusunu bekliyor hep. gezi olmadan yazilmiyor bir cok hikaye. turkiye ataletine endeksli bir hikaye gelenegi yani. adamin biri karisini dovse, karisini doven adamin hikayeleri cikiyor hep. aysegul tozeren'i ilgiyle takip ediyoruz.

    YanıtlaSil
  2. Takip edilesi bir insan kendisi :)

    YanıtlaSil